Pastel painting by Eda Uzuncakara

Taksi şoförü gibi araba kullanabileceğimi bilmiyordum

New Jersey’den İstanbul’a taşınalı dört ay, New Jersey plakası ile 10 yaşındaki beyaz sedanımla, Istanbul’u arşınlamaya başlayalı üç ay oldu. Plakada ülke yazmıyor bu arada, sadece eyalet ve takma adı, Garden State yazılı. Sanırım Amerikan plakalarının okyanusun öbür tarafında kullanımı pek yaygın değil. Zaten şimdiye kadar hiç rastlamadım İstanbul trafiğinde.

 

Hayatımın ilk 20 yılını Türkiye’de, geri kalan 20 yılını da Amerika’da – eğer yuvarlarsak yılları ufak onluğa – yaşadım. Çoğu insan gibi ben de ihtiyacım olan becerileri gerektikçe edindim. Araba kullanmak, bisiklete binmek gibi ikinci yarıda hayatıma girdi. Sınırlı toplu taşıma ve dağınık yerleşimi ile benim oturdugum bölgede – Manhattan’da oturmuyorsanız – arabasız yaşamak çok zor. Eğer Manhattan’da oturuyorsanız şehir dışına ulaşımınız tren ve otobüs tarifeleri ile sınırlı ve planlamak inanılmaz titizlik gerektiriyor.

 

İlk arabam, gri renkli eski bir Ford’tu. Hani, freni direksiyonda geniş arabalardan. Çok da sabırlıydı. Panikle yanlış düğmelere bastığımda veya kolları zorladığımda bile bozulmadı, beni yolda bırakmadı. Zaten kaç tane düğme, kol var ki, özellikle eski arabalarda, diyebilirsiniz ama unutmayın panik insani yaratıcı olmaya itebilir.

 

İkinci arabam, kırmızı bir Pontiac’tı. Rengi sayesinde, parlak kırmızı ve spor arabası olmasıyla– ‘Beni durdur!’ diye haykırıyordu – polis memurlarının kolay hedefiydi. Birazcık olsun deneyimlenmiştim zamanla, ilk arabama davrandığım gibi davranmadım, ancak kalabalık bir Manhattan Caddesi’nde motorunun patlamasından ben sorumluydum.

 

Üçüncü ve şimdiki arabam beyaz bir BMW. Onunla gezmekten, motorunu zorlayıp hızlanıp, sonra da gevşek gevşek sürmekten keyif alıyorum. Kızımla müziğimizi açıp, içinde, dışarısı soğukken ısınıp, sıcakken serinliyoruz. Arabalardan biraz anlamaya başladığım için, bakımını zevkle yapıyorum. Çıkardığı seslere dikkat edip, kontrol panelinde gördüğüm uyarıları Google’da araştırıyorum ve sorunların temel nedenini anlamaya, düzeltmeye çalışıyorum. Tamircilerle uzun uzun olası çözümleri tartışıyorum. Eski ülkemde yaşarken, içini de dışını da ben temizlerdim, hem de zevkle. Sonuçta ev temizlemekten cok daha kolay. Güneşin altında suyla oynamak, müziği de açıp dans edip şarkı söyleyerek arabayı temizlemek terapi gibi. Kışın kar ile de temizledim, parmaklarımı hissetmediğim ve çizik bıraktığım doğru ama pek keyifliydi. Çok sık temizlemediğimi itiraf etmeliyim.

 

Nasıl yıllar bizde fiziksel değişiklikler bırakıyorsa, hatırlamak ve hatırlanmak için, arabamın da sırtında düzeltmediğim iki hasar var. İlki benden değil. On yıl önce, aldıktan birkaç gün sonra bir alışveriş merkezinin otoparkındaydı, derin bir çizik, alışveriş arabası seviyesinde, aldığında. İkincisi daha yeni. Sakin bir gölde kanoyla gezinti yaptıktan sonra, park yerinden geri geri çıkarken arkadaki direği görmedim. Gölde değildim fiziken ama kano gibi arabayı parktan çıkarmış olmalıyım. Hasar ilkinden çok daha büyüktü ama yine de izoleydi, ben de tamir ettirmedim.

 

İstanbul’a taşınmaya karar verdikten sonra – e biraz ani oldu – ne gidecek ne kalacak kararı da vermem gerekti. Araba en büyük parçaydı, evi götüremeyeceğime göre. Araştırdıkça ne kadar zor bir karar olduğunu anladım. Yönetmelikler benden yana değildi. İki yıl Amerikan plakası ile kullanıp, Amerika’ya geri getirebilir veya ağır vergi ve harçlar ödeyip Türkiye’de kullanmaya devam edebilirdim. Ev de dahil olmak üzere 20 yıl boyunca biriken geçmişimi ve hatta eski evliliğimin garajda tozlanmış paketlerini temizlemekten öyle sıkılmıştım ki arabayı satmak gözümde büyüdü.

 

Yük gemisinde kutularla karanlık bir konteynerde bir ay geçirdikten sonra Ocak ayı sonunda İstanbul’daki limana geldi araba. Evrak işleri yaklaşık bir hafta sürdü. Arabayı gümrükten çekeceğim gün 6 Şubat’tı. Sabah 5 civarında uyandım ve New Jersey’deki arkadaşlarımla yazıştığım WhatsApp grubunda, yaklaşık yarım saat önce, Türkiye’nin güneyinin çok fena sallandığını öğrendim . Geniş ailemin WhatsApp grubundan, teyzem ve kuzenlerimin şok içinde, Malatya’da sokakta, başka bir şey olmasın diye beklediklerini öğrendim. Haberlere baktım. Daha ölü sayısı ve yıkımın büyüklüğü bilinmiyordu.

 

Kızımın, kendini ifade etmek için kullanmayı tercih etmediği dilde başlayacak eğitim hayatının ilk günüydü. Okuldan mesaj gelince o günün, bir hafta ertelendiğini öğrendim. Gümrükteki randevuya yetişmek için evden çıkmam gerekiyordu. Hoş, hala randevu var mıydı, bilmiyordum ama teyid etme şansım yoktu sabah 6’da.

 

Okul olmadığına göre kızım benimle gelecekti. Taksi çağırdım Beykoz’daki yeni adresime ama yolculuk on dakika sürdü, belki de sürmedi. Köprüyü geçmeden taksi bozuldu. Karanlıkta başka bir taksinin gelmesini bekledik. Gökyüzü henüz güneşin doğuşuna dair bir ipucu bile vermiyor, yanımızdan geçen arabaların farları karanlık gökyüzünü aydınlatıyordu.

 

Gelen taksi bizi Zincirlikuyu’ya götürdü, ardından Beylikdüzü otobüsüne bindik. Otobüsteki uykudan mahmurlu gözlerini ovuşturan diğer yolcularla, ülkeyi bıçak gibi kesen depremin tek bir lafını etmeden bir saat gittik. Belki de daha haberleri yoktu.

 

Otobüsten indik limana taksiyle gittik. Randevumuzdan erken varmıştık, kimsecikler yoktu. Güvenlik görevlisi, kantinde bekleyebileceğimizi söyledi. Elektrik kesikti. Soğukta, çantamda bulduğum broşürün kenarlarını karaladım deprem haberlerini okurken. Sonunda beklediğimiz kişi geldi ama arabayı gümrükten çekecek kişiler deprem bölgesine yollanmıştı. Yeniden ayarlama yapılacaktı. Biz de bekledik. Başlayan yağmurun şiddetlenmesini seyrettik camdan. Elektrik geldi. Çay içtik, bekledik.

 

Telefonumun şarjının azalmasına rağmen haber okumaya devam ettim ta ki telefonum çalana kadar. Yürüme mesafesinde başka bir yere gitmemiz gerekiyordu arabayı almak için. Dışarı çıkmamızla sırılsıklam ıslanmamız bir oldu. Araba hazır değildi, yağmurda beklememiz gerekiyordu. Kesişen yolların arasında sıkışmış, beyaz renkli ufak güvenlik ofisini gri yağmurun altında görmemek imkansızdı. Gümrükte yardım eden kişi, güvenlik ofisine gidip bizim orada bekleyip bekleyemeyeceğimizi sordu. Ofis, yarım kisilik bir odaydı. Görevli, odayı bize bırakmadan, ocaktaki çayı içmemizi önerdi. Nereye gittiğini o yağmurda bilmiyordum ama minnettardım. Ufacık ofis, fokurdayan çaydanlıkla içimi ısıttı. Kızımla birbirimize baktık ve güldük. Sonra deprem aklıma geldi. Yağmurun deprem bölgesinden uzak durmasını diledim.

 

Ellerimiz ısınmış, çay içimizi yumuşatmıştı, pantolonlarımız hala ıslak bacağımıza yapışıyordu, yağmurun şiddeti azalmamıştı, araba çekici ile geldiğinde. Limanın dışında arabayı çalışır vaziyette indirdiler. İlk defa İstanbul’da araba kullanacaktım, üstelik yolları da bilmiyordum. Çekiciye yerleştirmeden önce arabayı çalıştıramamışlar ve kickstart (Türkçe’sini bilmiyorum eğer biliyorsanız bana yazar mısınız?) yapmışlardı. Akü dolsun diye araba çekiciden indirilirken hala çalışıyordu.

 

Arabaya biner binmez, alışkanlığın rahatlatıcı sıcaklığı sardı beni. Telefonumun pili bitiyordu ama şarj etmesem iyi olurdu. Arabanın aküsü daha önemliydi. Kızımın da rahatladığını hissettim. Telefondan yol tarifini açtık. HGS gerektiren yola girmeden önce, ödemeden geçenlere uygulanan cezayı okudum tabelada. HGS istasyonunu gördüğümde çok geçti. Durmadan sitenin otoparkına geldik. Arabayı durdurdum. Arabanin aküsüne bakmak geldi aklima, arabayı çalıştırmaya çalıştım. Nafile. Çalışmıyor. Bagajı açamıyorum. Daha fazla uğraşamayacağımı anladım ve kardeşimi aradım. Ne de olsa, artık aynı şehirdeydik. Sağolsun kardeşim tamirci getirdi. Arabada sorun yokmuş. Aküsü bitmesin diye araba Amerika’da gemiye binmeden önce akü çıkarılmış, bagajdaymış. Uzun, bir aylık, soğuk denizlerde yolculuk aküyü boşaltır diye düşünmüşler anlaşılan. Eğer ben yolda HGS almak için veya herhangi bir sebeple dursaydım eve gelemeyecektim. Telefonumun da şarjı bitmek üzereyken bilmem kimi, nasıl arardım yardıma.

 

Amerika’da ‘okay’ bir sürücüydüm ama İstanbul’da hiç araba kullanmamıştım. Oturduğum yerde eksik olmayan daracık sokaklar yürürken bile zorlanacağım tepelere açılıyordu. Taksi şoförü gibi araba kullanmaktan başka çarem yoktu. Nasıl gerektiğinde araba kullanmayı öğrendiysem, taksi şoförü gibi araba kullanmayı da öğrendim. Hala çıkmaya cesaret edemediğim bir yokuş var Kavacık’ta, o ‘deli şoför’ olmamı bekliyor. New Jersey plakası acemiliğimde bana yardım etti. Yanlış yola girdiğimde trafikteki şoförler çok sabırlı. “Yabancı, bilmez” dediklerini duyar gibiyim. Ki öyle, bilmiyorum ama öğreniyorum. New Jersey plakası sayesinde esnaf ve güvenlik görevlileri ahbabım oldu. Arabanın Amerika’dan nasıl geldiğini soranlar, Amerika’daki tanıdıklarını anlatanlar günlerimi renklendiriyor.

 

İyi ki getirmişim, babamın söylediği gibi, bu eski, çizikli arabayı. Eski hayatımı yenisine bağladı. Yeni tecrübelere gebe günlerimde azıcık bile olsa aşınalık bana iyi geldi. Annem’e bile. Annem, Amerika’da beni ziyaret ettiği günleri hatırlıyor bu arabayla. “Sanki Amerika’dayım” diyor. Dışarı bakıyor – İstanbul. Gülüyoruz.

 

Eda Uzuncakara

IG: eda.u.kara

sparksinshadows@gmail.com

Comments (4)

  • Muharrem Yanar

    You welcome

  • Melahi

    Kick start bizdeki düzkontak olabilir mi acaba? Bu arada hoşgeldin
    , sevimli araban da öyle 🙂

    • eda.uzuncakara

      Teşekkür ederim Melahi. Artık komşu olduk. Düzkontak olabilir:)

Comments are closed.